YENİSES’LE İNSANI KENDİNE ÇAĞIRMAK
Günümüzde gelişen teknolojilerle bilgiye en kolay ve hızlı bir şekilde erişilirken bu teknik gelişmenin aksine insan, insanlık ve toplumlar büyük bir karmaşa, huzursuzluk, uyumsuzluk ve belirsizlikle gelen dağılmayı yaşamakta. İnsanlığın ve insanın her dönemdekinden farklı olarak çok bilinmeyenli tehditler altında olduğunu söylemek mümkün. Oysa en ilkelinden en gelişmişine kadar canlılar dünyasında hayatın en temel ilkesi birlik ve bütünlük üzerine kurulu.
Teknolojilerin sağladığı bunca kolaylık ve konfora karşın insan neden mutsuz? Neden kendini çeşitli boyutlarıyla tanıma konusunda tembel ve duyarsız? Neden toplumun çoğunluğu tarih içinde oluşmuş, kendisine benlik ve kimlik kazandıran kültürel zenginliğine yabancı? Ve neden insanlık bir kaos içinde?
İnsanı Allah niçin yarattı sorusuna her ay kırk dakikasını ayıramayan bir akıl ve duygu… Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak bilinen insan, bu özelliği sebebiyle kendisine ve yaratılmış olan her şeye karşı sorumluluk taşıyan bir varlık iken, neden hem kendine hem de içinde yaşadığı topluma karşı bu sorumluluğu almaktan kaçınmakta?
İnsan adeta yerini yurdunu bir yerlerde kaybetmiş de onun nerede olduğunu bulmaya, hatırlamaya çabalamakta. Bir yandan bu çabayı gösterirken veya gösteremezken, diğer yanda insanı bu çabasına ulaştırmaya çalışan yardımcılar olduğu gibi uzaklaştıran çeldiriciler de bulunmakta. Adına eğitim dediğimiz sistemin aslında bütün görevi kişiye kendini buldurmak olmalı. Ne var ki, insan yetiştiren eski ocakları, öğretmenleri kendi dönemleri ile birlikte sona ermiş olarak bulsak da, yerine ikame edilen eğitim sistemimiz de bugün bir keşmekeşe, yap boz tahtasına döndü. Geçmiş bir kenara, son on yılda her Milli Eğitim Bakanlığındaki değişim üzerine yıkılıp bozulan eğitim sistemi(?)mize dikkat çekmek isterim. Zamanında iyi bir öğretmene, uyandırıcıya rastlamamış olanlar için insanın imdadına yetişen kitaplar, daha yaygın olarak da dergiler varmış ve vardı. Bugüne kadar kil tabletlerden el yazmalarına, basılı olandan elektronik olanına dek uzanan serüveninde yazı yoluyla bilginin aktarılması çok büyük bir önem taşıdı. Kâğıdının kokusundan tutun da sayfaları arasında dolaşırken büyüyenlerimiz, okurken nefesini tutanlarımız ya da nefes bulanlarımız oldu. O satırlarca gezmek, o satırlarca insan tanımak, öğrenmek ve yapmak mümkün oldu. Bazen bir insanın veya milletin uyanışı, dirilişi o satırların can bulmasıyla oldu. Dünyanın bir köşesinde atan bir kalbin sesi öbür taraftan duyuldu. Kitap ve okumak bazen bir tutkuya, vazgeçilmeze, heyecana, varoluşa döndü.
Ne var ki, bugün pek çok konuda olduğu gibi kitaplar ve yazında da maalesef benzer bir bozulma ya da yozlaşmayı görüyoruz. Arthur Schopenhauer, bu çoğalmayla beraber gelen yozlaşmayı sürü halinde her yere konup kirleten yaz sineklerine benzetiyor ve şöyle diyor: "Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle, her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı, her bir köşeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini -ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir- gasp etmektedirler. Bunlar ya safi para kazanmak ya da makam mevki elde etmek amacıyla yazılırlar. Dolayısıyla sadece yararsız değildirler fakat müspet olarak zarar da verirler.”
George Orwell’ın "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, Aldous Huxley’in "Cesur Yeni Dünya” kitapları temel alınarak gelecek zamandaki dünya düzeni ve yönetim sistemleri üzerindeki tahminlerini karşılaştıran "İnsanlık Neden Mutsuz oldu?” diye soran Neil Postman imzalı bir makale okudum. Karşılaştırmalar çok etkileyiciydi; görüşlerin benzerlikleri ve birbirinden ayrılan noktaları vardı elbette. Her şeyden önce insanlığın mutsuz olduğu kesin ve ortak nokta olarak ele alınmış. Bununla birlikte insanların iki uç denilebilecek düzeyde kontrol edilerek mutsuz bırakıldıklarından bahsediliyor yazıda. Orwell’a göre "acı verilerek”, Huxley’e göre "memnuniyet verilerek” kontrol edilmekte insanlar. Orwell’da "İletişim teknolojileri insanları küresel çapta bir diktatörlüğe getireceğinden ve bütün insanların totaliter bir yönetim altında, onun ‘Big Brother’ (büyük birader) adını verdiği bir sistemin gözetimi ve denetimi altında yaşamak zorunda kalacakları ve bunun da daha çok komünizm ve faşizm benzeri bir totaliterizmin hâkimiyetini ifade ettiği” tespiti aktarılmış. Orwell’a göre "dıştan dayatılan bir baskı” söz konusuyken, Huxley’e göre, "insanları özerklikleri, olgunlukları ve tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader’e gerek yoktur. İnsanlar süreç içinde, üzerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme melekelerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaklardır.”
Günümüzde sayılara, teknolojiye, istatistiklere indirgenmiş olan çalışma ve sonuçların düşünce sistemimizi bu kehanete yatkın hale getirdiğinden şüphe duymuyorum. Yine yazıdaki karşılaştırmalarla devam edecek olursak, "Orwell kitapları yasaklayacak olanlardan korkarken, Huxley’in korkusu kitapları yasaklamaya gerek duyulmayacağı, çünkü artık kitap okumak isteyecek kimse kalmayacağı” yolunda. "Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan, Huxley pasifliğe, egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan korkuyordu.”
Günümüzde bir kesim, bu kehanete uygun olarak, sosyal medya araçlarında okumadıkları kitapların sayfalarının fotoğraflarını çekip yayınlamakta. Bununla birlikte yaş ve eğitim yelpazesi geniş bir kesimin çok sıkı okuyucu olduğu bilinmektedir. Yaygın bilgi ağları (internet) kullanılarak bilgiye hızlı ve kolay erişim sağlanabilirken, insanlık bilginin son derece kirletilmesi ve yanlış kullanımından da nasibini almaktadır. Bununla birlikte okumak, sorgulamaktan, hissetmekten, gözlemlemekten, kendinden ve hayata geçirilmekten uzak bir düzlemdeyse, sayılara indirgenmiş bir istatistik bilgisini geçemeyeceği aşikârdır.
Makale Postman’ın şu cümleleri ile sonuçlandırılmıştı: "Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, biri insanların hürriyetleri üzerine uygulanan istibdattan korkarken, diğeri, insanın nefsinin esiri haline getirileceği bir sistemi daha gerçekçi bir tehlike olarak görmekteydi. Dünya bir küresel köye dönüşecekti ama, küresel köyün kavalcısı da insanları uyutmak ve uyuşturmak için işbaşında bulunacaktı. Küresel köyün kavalcısının elindeki kaval da medya ve özellikle televizyon olacaktı.”
Yazımın başından bu yana sıraladığım sorunlara bu iki önemli yazarın eserleri üzerinden yapılan karşılaştırmanın destekleyici olduğunu düşündüm. İnsanların mutsuzluklarını etkileyen araçlar değişse bile hepsinin temelinde yatan olgunun yukarıda yaptığımız tespite hizmet ettiğini de düşünüyorum: Yabancılaşma.
Üretilen işlerde art niyetli olmak kadar bir amacı gözetmeksizin faaliyette bulunmak ve insanın hayattaki gayesizliğinin de insan ve topluma zarar verdiği bilinen bir gerçektir. Amacın sadece madde olduğu, haz olduğu toplumlarda çöküş kaçınılmazdır. Bugün sadeleşmek, özümüze dönmek, maddi manevi olarak kendimize gelmek ve bize ait olmayanlardan soyunmak için her alanda seçici olmak zorundadır insan ve dahi insana yatırım yapan her kurum.
TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca’nın söylediği gibi, "bilenin bilmeyene, olanın olmayana sorumluluğu vardır bu toplumda.” Bu sorumluluk bazen bir sözü, bazen bir aşı, bazen bir nefesi, bazen bir nakışı, bazen bir bakışı paylaşmaktan geçer. Kendinden olanı hatırlatmaktan geçer. Cengiz Aytmatov’un dediği gibi "doğduğumuz yer –atayurdu- her insanın kaderini yoğurur. Yalnız ondan aldıklarını, gönül süzeğinden geçirip, bal toplayan arı gibi yüreğine koyabilmeyi bilmek şarttır.”
Muhtar Şahanov, "Kuz Başındaki Avcının Çığlığı” adlı kitapta sevgiyi, insanın doğduğu yere, öncelikle ailesine, köylülerine armağan etmeden herkesi ortak etmeye çalışmasının basit bir davranış ve sahte bir tavır olduğunu belirtir. Köksüzlüğün önemli bir illet olduğundan ve dört ana unsura sahip çıkılması gerektiğinden bahseden Şahanov’un bir şiirini burada paylaşmak isterim:
Kaderini köksüzlük illetinden kolla!
Her insanın öz anasından başka
Hep koruyup dayandığı
Arkasında olmalıdır kudretli dört ana:
Tuğgan Ceri- Temel kazığı,
Anadili- satılamaz varlığı
Öz gelenek, Örf adet- direği
Yoluna ışık saçar daima
Ve milli tarihi-
Hatırlanması ne kadar ağır ve acı da olsa.
Dört anayla bağını korumayan
Yaratıkların başı nerde kalmıştır?
Dört anasını korumayan halkın
Yıldızı asla parlamamıştır.
Bu kutsal dört ana- kaderinin soluğu
Dört ana uğruna olan savaş, savaşların ulusu.
Bugün konukseverliğini, paylaşmayı, yardımseverliği, değerler üzerine oturmuş insan ilişkilerini ve ticareti Anadolu’muz hâlâ korumakta. Büyük şehirlerde insanlar birbirlerinin yüzüne bakmaktan göz göze gelmekten korkarken, Anadolu’da bir köy evinin kapısını çaldığınızda sizi evlerine buyur edebilenler bulunmakta. Dilini, töresini, atasını, Tanrısını bilenler, bildikleri gibi yaşamakta.
Bugün bizler bireysel deneyimlerimizin dışında bu unutmakta olduğumuz heyecanları, bilgileri, paylaşımları yerel gazete ve dergilerimiz aracılığıyla daha çok edinmekteyiz. Türkiye’mizin pek çok yerinden Bandırma’dan Salihli’ye, Bolu’dan Osmaniye’ye nice güzel seslerimiz yükselmekte. Sadık Hocamızın söyleyişiyle; "Yeni Çoban Ateşleri”. 1996 yılından bu yana yayın hayatına devam eden Osmaniye merkezli YENİSES Dergisi, bana Anadolu’da yanan bu ateşin varlığını, sadeliğini, heyecanını ve çabasını gösterdi. 2018 yılında 23 yaşına giren, Ocak itibariyle 265. Sayısına ulaşan YENİSES Dergisi Yönetimi, özel bir değerlendirme yazısı istediğinde ise, heyecanım ve telaşım doruğa ulaştı.
İlk olarak dergileri araştırmakla işe başladım. Türkiye’deki ilk Türkçe derginin 1849-1851 yılları arasında çıkarılan bir tıp dergisi olarak Vaka-i Tıbbiye adıyla 28 sayı çıkarıldığını ve bir de Fransızca nüshasının olduğunu öğrendim. O günden bugüne Türkiye’de yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde çok yayın yapıldı. Dergicilik amaçları, hedef kitleleri doğrultusunda çeşitlilik gösteregelse de kiminin yayın ömrü çok kısa, kiminin çok uzun, kiminin çok çileli oldu. Kiminde emek, bilgilendirme, ülkü, aydınlatma, ışık amaçken, kimi promosyon savaşının içinde yer aldı ya da bazı kesimleri memnun etme çabası içinde oldu. Okurların ve reklam verenlerin ihtiyacına göre yolunu belirleyen dergiler de yok değildi.
YENİSES ise, halkı aydınıyla buluşturan, hayatın içinde yer edinmiş, içinde insanın, düşüncenin, değerlerin, maneviyatın, kültürün, bilginin olduğu her konuyu geniş bir yelpazede ele alıp okuyucularına sunan bir dergi olarak başlayıp çizgisinden ödün vermeden yayın hayatına devam eden bir dergi.
5 Ocak 1996 tarihinde ilk sayısını yayınlarken Derginin İmtiyaz Sahibi, Gazeteci Sayın Hasan Bölük’ün ilk yazısı şöyle idi: "İnsanlık, ‘Yeni Bir Dünyaya Doğru’ giderken, onun yolunu aydınlatacak ışığa, duygularına tercüman olacak yeni bir çağrıya ihtiyaç var. İnsanımız bugün, beynini kemiren, düşüncelerini karıştıran ve gönlünü daraltan anlamsız uğultulardan bunalmış durumda. O kulağına hoş gelen ve iç alemini ferahlatan yeni bir sese hasret. Bu hasreti giderecek olan "YENİSES” soluğu tükenmiş insanlığı harekete geçirecek derin bir nefese sahip.
YENİSES ne bir anlamsız çığlık, ne de sönük bir fısıltı olacak. YENİSES’te sosyal vicdanın nabzı atarken, durgun suya düşmüş bir damlanın, en uzak noktaya, en geniş halkayı yayışındaki kudreti göreceksiniz. YENİSES’te küçümsenerek ihmal edilen, ama toplumda müzmin yaralar oluşturan problemlerin irdelenip, çözümler getirildiğinde, hararetli sıcakta serinleten bir yelpazeye sahip oluşun ferahlığını duyacaksınız. YENİSES’te kültürel zenginlikten sanat anlayışına, milli duygulardan dini değerlere, arkeolojiden aktüaliteye, ekonomiden siyasete her türlü sosyal konuların gerek kişisel, gerekse dünya çapındaki boyutlarını aynı anda görebileceksiniz.”
265. Sayıya ulaşan YENİSES Dergisi, ilk günkü amacından, hedefinden uzaklaşmamış, aynı heyecan ve gayretle yerelden uluslararası mesafeye yayınına devam etmekte. Her zaman yeni şeyler söylemek, her an yeniden yaratmakta olan Yaratıcı ile işbirliği içinde olmak demektir. Her nefes yeni nefestir. Bu bağlamda YENİSES’in her sayısı yeni nefes olarak kitlelere ulaşmaya devam edecektir.
Beni YENİSES ile tanıştıran Prof. Dr. Sadık Kemal Tural Hocam başta olmak üzere, Derginin maddî manevî sürekliliğini sağlayan İmtiyaz Sahibi Hasan Bölük Bey’e şükranlarımı sunuyorum. Yazı İşleri Müdürü Mehmet Aksoy’a ve emeği geçenlere teşekkür ederken, bundan sonraki yayın hayatında YENİSES’e başarılar dilerim.
Ayşe ÖZTEKİN